Oyuncular, “belirleyen“, yani “determinant” veya geleceği bizzat inşa eden, kişilerdir. Oyun içinde, oyunu yalnız takip eden değil… Oyun kuran… Oyun geliştiren… Karşılık veren, bir “müdahildir“.
Seyirciler, tüm oyun ve oyuncularla birlikte oyunun nasıl gelişeceğini, belki kestirebilir, ama hiç bir şekilde (doğrudan) oyuna “müdahil“, değildir. Sadece oyunu izlerler ve oyunun sonucunu “kestirilebilir“, ve oyuncunun görmediğini görebilir. Oyunun sonu, seyirciler tarafından “belirlenebilir” olabilir…
O halde “belirli olmak“, söz konusu olayın dışında ya da içinde olmakla, değişmektedir. Başka bir deyişle “kestirebilirlilik”,ancak olayın dışında ve onun “müdahili olmamakla” mümkündür. Öteki türlü, “oyun içinde” olunmakta… Bu açıdan bakılınca da, “belirlenebilir” değil, “belirleyen” konumunda bulunulmaktadır.
Zaman zaman oyuna kendimizi o kadar kaptırırız ki, oyunun sonunda elde edeceğimiz kazançtan ziyade oynamakla ilgileniriz. Bazen ne için oynadığımızı bile unuturuz. Hatta ne oynadığımızı bile… Önemli olan sadece oyun içinde olmaktır. Daha uzun süre oyun içinde kalmak gibi bir amacımız bile olur. Oyunu bitirmenin, oyundan çıkmanın daha akıllıca olduğu aklımıza bile gelmez. Kendimizi ifade etmenin tek yolunun oyuncu olarak kalmak olduğunu sanırız. Oyununun kurallarını bilmenin, oyuna hakim olmak olduğunu sanarak, kendimizi bilmeye adarız. Daha çok bilenin değil, daha çok oyuncu ile iletişimde olanın kazanmaya başladığını gördüğümüzde çok geç olur. Başımız öyle bir döner, aklımız öyle bir karışır ki; rakiplerle mücadele yerine kendi takım oyuncularımız ile rekabet içine gireriz. Takım ruhu düşer ve birden herkes çelme takmamız gereken rakiplerimiz haline dönüşüverir. Bunu ancak, takım arkadaşımız bizi düşürdüğünde anlarız. Hırslarımıza yenik düşer, baş oyuncu olmak için bütün kuralları yok saydığımız olur. Sonucu belli olmayan bir oyunda oyun kuran olmak büyük bir maharet sanırız. Bütün referanslarımızı teker teker zaman içinde nerelerde ve ne zaman kaybettiğimizi bile anlamayız. Böyle anlarda, oyuna da kendimize de yabancılaşırız. Kendimizi konumlandıramayız. Oraya nasıl geldik, geldiğimiz yer gitmek istediğimiz yer miydi bilemeyiz. Bunun bir önemi de kalmaz.
İçinde yaşadığımız sürecin kalitesi mi, sonucun kalitesi mi başarımızdır ? Müdahil olduğumuz oyunda yaşadıklarımız bizde tat bırakmasa da, acı verse de sonuca odaklanırız. Canımız yansa da, sonunda elde edeceğimiz skor için buna katlanırız. İki türlü felaket olduğunu unuturuz. Hedefine ulaşamamak felakettir sanıp, esas felaketin hedefimize ulaştığımız zaman olabileceği aklımıza bile gelmez. Oyunu kazanmak, ya da oyunu kazanacak skoru elde etmek başarımız olacak sanırız. Sadece ve sadece oyunu kazanmak için uzatmalara bile razı oluruz. Bütün enerjimizi tüketecek bile olsak razı oluruz buna. Bütün kaynaklarımızı bu uğurda harcarız ve tüketiriz. Bir başka oyuna bir şeyimiz kalmayana kadar ölümüne tüketiriz. Savaşı kazanmak için, bazen bir oyunu kaybetmenin gerekli olabileceğini aklımıza dahi getirmeden sonuca odaklanmışızdır.
İçine düştüğümüz bu baş döndürücü kördüğümden kurtulmak için objektif seyircilere ihtiyacımız olur. Oynadığımız oyunu ve oyuncu performansımızı bizim için değerlendirecek kişilerdir onlar. Ne oynadığımızı, ne için oynadığımızı sorgulamamızı sağlayan. Sergilediğimiz oyuncu performansı ile elde etmek istediğimiz sonuca ulaşıp ulaşamayacağımızı değerlendiren. İş dünyasında bu seyircilerin adı ‘Danışman’ dır. Bizi izlerler ve oynadığımız oyunun sonunu bizden daha iyi kestirebilirler. Bizden daha iyi oynama becerisi oldukları için değildir bu bilgelik. Olayın dışında oldukları için daha objektif belirleme yetkinliği elde etmişlerdir. Danışmak, akılcı olmak ve belirleyici olmak arasındaki çizgidir.